Derya Polat BARDAK
Sürdürülebilirlik Uzmanı / Biyokimyager / Co-founder Rebiocyclers
Bu zamana kadar sürdürülebilirlik rehber serisinde sürdürülebilirliğin tarihsel çıkışından, neden ihtiyaç duyulduğundan ve döngüsel olan sistem yapısından bahsedip bakış açımızı genişlettik. Bu yazıda ise hepimizin sıklıkla duyduğu ve tercihen kullanıma göre iklim değişikliği veya iklim krizi olarak geçen süreçlerin derinlerine inip gerçekleri çekip almak ve özümsemek için harekete geçeceğiz. Burada olduğunuz ve seriye olan katkılarınız için şimdiden teşekkür ederim. Seriye yeni başlayan okuyucular, eğer ilk yazılara ulaşmak isterseniz sürdürülebilirlik rehber serisi bültenine abone olmanız yeterli olacaktır.
Sürdürülebilirlik bilinci kazanmak ve uğruna her alanda mücadele etmek için, iklim değişikliğini anlamak çok önemlidir. Çoğumuzun Ağustos 2018’de aktivist Greta Thunberg ile duymaya başladığı iklim krizi kavramı, araştırmacılar ve bilim insanları tarafından yıllarca apaçık bir gerçek olarak gözler önüne serilmekteydi. Sistemi döngüsel olmayan yöntemlerle, tüketim üzerine kuran sistem ve işbirlikçileri, belki de medya aracılığıyla bu kavramın derinleşip, kişilerin özümsemesini bir miktar geciktirse de, günümüzde çoğu insanın, ekolojik kaygıları anksiyete boyutunda taşıdığını söyleyebiliriz.
İklim değişikliğini anlamak için yolumuzdaki ilk hedef karbondioksit(CO2)’in işlevini anlamak olmalıdır. 1824-1860 yılları arasında Fourier, Foote ve Tyndall’ın çalışmaları ile CO2, atmosferin örtücü etkisinden, kızılötesi radyasyonu emip yayarak dünya yüzeyini sıcak tutan eser gazlardan biri olarak tanımlandı.
Matematikçi Joseph Fourier, Dünya’nın enerjisinin büyük bir kısmını güneşten kısa dalga, görünür radyasyon şeklinde aldığını ve dünyanın bu enerjiden sürekli olarak kurtulması gerektiğini ve onu uzaya kızılötesi formunda geri göndermesi gerektiğini fark etti çünkü başka bir şekilde enerji yaymak için çok soğuktu. Ayrıca, atmosferin Dünya’yı sıcak tutmadaki rolü hakkında bir sezgisi vardı, ancak bunu destekleyecek rakamlar yoktu. Eunice Foote ise, CO2’nin önemini vurguladı, ancak deneyleri kızılötesine değil, solar görülebilir kısa dalga radyasyonlu gazların etkisine odaklandı.
Kızılötesinde atmosferin ne kadar farklı olduğunu ilk fark eden John Tyndall’dı ve bunların hepsi birlikte atmosferin %1’inden daha azını oluşturan bazı küçük bileşenlere bağlıydı. Tyndall’ın su buharı ve karbondioksite odaklanan deneyleri, kızılötesi radyasyonu absorbe etmede CO2’nin, oksijen ve nitrojenden çok daha etkili olduğunu (10.000 katından fazla) ispat etti.
Yanda gördüğünüz grafik, kızılötesi ışığın CO2 tarafından soğurulmasının ışığın dalga boyuna (veya “rengine”) göre nasıl değiştiğini gösteren yüksek çözünürlüklü bir spektrumdur ve Tyndall tarafından gözlemlenen güçlü emilim dalga boyunu gösterir. “Zayıflama ölçeği”, bir ışık huzmesinin 2/3’ü emilmeden önce kat ettiği mesafedir ve radyasyonun madde içinden geçerken maruz kaldığı enerji kaybını gösterir. Eğer gözlerimiz 14-16 mikron arasında çalışsaydı sokağın aşağını zor görebilirdik. Bu deneyin ilk amacı, Dünya’dan ne kadar güneş enerjisi geldiğini ve bunun Dünya’nın yüzeyinden uzaya ne kadar geri yayıldığını tam olarak hesaplamaktı. Bildiğimiz gibi, gezegenimize düşen güneş radyasyonunun tamamı kalmıyor. Yüzeye ulaşmadan önce bir kısmı bulutlar tarafından saptırılıyor. Diğer bir kısmı ise sera gazları tarafından emiliyor. Ayrıca dünyanın yüzeyi, her toprak türünün albedosuna(yüzeyin yansıtma gücü) bağlı olarak, gelen güneş radyasyonunun bir kısmını da saptırmaktadır. Böylelikle Tyndall, 1859’da ürettiği deneyden sonra, sera etkisini keşfetmeyi başardı.
CO2’in daha önemli olması ise hava moleküllerinin elektromanyetik radyasyonla nasıl etkileştiğiyle ilgilidir. CO2 ve su buharı(H2O)’nun atmosferin ana bileşenleri olan azot ve oksijenden neden bu kadar farklı davrandığını sorduğumuzda ise şu sonuca ulaşmaktayız. CO2 triatomiktir, yani her CO2 molekülünde üç atom vardır. Molekülün bir bütün olarak net yükü olmamasına rağmen, eğer asimetrik olarak bükülür veya gerilirse, pozitif yük merkezi (karbon atomunda), negatif yük merkezinden (iki oksijen arasındaki orta nokta) farklı bir yerdedir. Bu özelliği, kızıl ötesi radyasyonla güçlü bir şekilde etkileşime girebilen bir elektrik dipol oluşturur. Azot ve Oksijen ise dipol oluşturamazlar ve bu nedenle kızılötesi radyasyonla hiç etkileşime girmezler. Görünür ışık, karbon dioksit molekülleri ile bu şekilde etkileşime giremeyecek kadar kısa dalga boylarındadır, bu nedenle artan karbondioksit konsantrasyonlarının, yansıyan güneş ışığı miktarı üzerinde doğrudan bir etkisi yoktur. Yalnızca emilen kızılötesi radyasyon miktarı üzerinde doğrudan bir etkisi vardır. Ayrıca H2O da güçlü bir sera gazıdır, çünkü kalıcı bir dipolü vardır.
Buraya kadar elimizdeki bilimsel çalışmalardan özetle anlamamız gereken şey, atmosferin hemen hemen hepsini oluşturan azot ve oksijenin, Dünya’nın sıcaklığını etkilemediği bunun aksine, çok az miktarda bulunan karbondioksit gibi gazların ısıyı absorbe ederek gezegeni sıcak tuttuğudur. Peki atmosferdeki moleküllerin yalnızca %0.04’ünü oluşturan CO2 moleküllerinin artması neyi değiştirecek? Burayı evlerin çatı yalıtımıyla benzerlik kurarak açıklamamız mümkün. CO2’yi, evlerin ısınması için yapılan çatı yalıtımı olarak düşündüğümüzde bir eve iki katı daha fazla çatı yalıtımı ekleyip ısıtmayı aynı oranda devam ettirseniz, evin içi daha fazla ısınır. Dünyada ısıyı tutan ve adeta yalıtım görevi gören CO2 de attığında, gelen ve giden enerji arasındaki dengeyi yeniden sağlamak için yüzey ve alt atmosferin ısınması gerekir. Hatırlatmak gerekirse, Dünya hala güneşten tam olarak aynı miktarda enerji alıyor. CO2 gelen güneş ışınımını yansıtmadığından, CO2’deki artışın gelen enerji üzerinde hiçbir etkisi olmadı.
İklim sistemi dev bir küvet gibidir. Sera gazlarındaki bugüne kadarki artış sebebiyle, dünyaya gelen sürekli olarak ek 2,5 W/m2’e karşı , sera gazlarının enerjiyi absorbe etmesi üzerine uzaya tahmini ek 1,75 W/m2 salınmaktadır. Günümüze kadar zaten 1 derecelik ısınma meydana geldi, bu nedenle iklim sisteminde kabaca 0,75 W/m2 olan dengesizlik birikmekte.
Dengesizlik iklim değişimini anlamada önemli olan bir diğer kavramdır. Evrende var olan her şey dengeye ulaşmaya çalışır. İki hidrojen çarpışmasından, sudan karaya evrilen canlılardan bilinen tüm sistemlerin kurulmasına kadar olan her şey aslında bu denge arayışının sonucudur. İnsan, sanayi devrimiyle fazla üretim ve beraberinde getirdiği fazla tüketim döngüsünü yaratarak aslında tüm bu dengede olan sistemin bir parçasını değiştirdi. Bugün bilim çevrelerinde küresel ısınmada baş sorumlunun karbondioksit oranının artması olduğuna inanılmaktadır. Her ne kadar atmosferdeki karbondioksit, karada yeşil bitkilerin fotosentez yoluyla, okyanuslarda ise suda çözünme ve fitoplanktonlar tarafından absorbe edilme, sonra da planktonun deniz dibine çökmesi yollarıyla atmosferden çekilmekte ise de, dünya kapasitesinin üzerinde karbondioksit salımı, gezegen üzerinde sera etkisi yaratmaktadır. 1950’lere kadar ağırlıklı olarak kömür kullanılırken, son zamanlarda petrol ve gaz yükselişe geçti. Bu artışın çoğu özellikle 90 büyük şirket tarafından satılan ürünlerde ve bireysel katkılarda izlenebilir. Bugüne kadarki kümülatif emisyonlar, yaklaşık 1,5 trilyonu fosil yakıt kullanımından ve çimento üretimi gibi diğer endüstriyel faaliyetlerden olmak üzere iki trilyon tondan fazla CO2 atmosfere eklemektedir. Sera gazlarına ek olarak, insanlar ayrıca aerosoller ve “aerosol öncüleri” de yayar. Damlacıkların veya tozun havada asılı kalmasına aerosol denir. Sera gazlarından farklı olarak aerosollerin genellikle dünya-atmosfer sistemi üzerinde bir soğutma etkisi vardır.
Aerosol Emisyonları Neleri İçerir?
– Petrol veya kömürün yanması sırasında yayılan ince parçacıklar (örneğin dizel arabadan çıkan siyah duman),
– Odun yakıt olarak kullanıldığında yayılan ince parçacıklar,
– Doğrudan karayolu trafiğinden veya taş ocaklarının işletilmesinden kaynaklanan toz…
Atmosferi ve dengeyi etkileyen bir diğer önemli gaz ise Metan, bu gaz hakkında daha detaylı bilgiyi ayrıca işleyeceğim organik atıklar ve veganlık ile ilgili iki ayrı yazıda paylaşacağım. Fakat bilinmesi gerekir ki, ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (National Oceanic and Atmospheric Administration, NOAA) tarafından ocak ayında yayımlanan verilere göre, geçtiğimiz yıl atmosferdeki metan konsantrasyonları 1900 ppb’yi geçerek sanayi öncesi seviyelerin neredeyse üç katına ulaştı. Artışın potansiyel sebepleri ise artan petrol ve doğalgaz kullanımından çöplüklerden kaynaklı emisyonların artışına, büyüyen hayvan sürülerinden sulak alanlardaki mikroorganizmaların faaliyetlerinin artmasına kadar uzanıyor.
Bir önceki yazılarımda insanın döngüsellikten ve doğadan uzaklaşmasının beraberinde gelen davranış biçimlerinin ve sistemin dünyaya etkilerinden bahsetmeye çalışmıştım. Sera gazlarının artışından sonra neler olacağını detaylı olarak bir sonraki yazılarımda açıklamak istiyorum fakat bence hepimiz neler olacağını tahmin edebilecek bir öngörüye sahibiz. Bu yazıda ise bütün anlattığım dengesizliğin ve uzaklaşmanın bilimsel etkilerini açıklamak istedim. Hiç bir dağın tepesinde derin bir nefes alıp manzarayı izlerken gördüğünüz güzelliğin, nasıl bir dengenin eseri olduğunu düşünmüş müydünüz? Peki bu dengeye ne yaptığımızı bilmezsek, sorunu nasıl ciddiyetle özümseyebiliriz? Nasıl çözeriz? Ya da asıl gerçek sorular , sizce artık çözebilir miyiz? 30 yıl içinde küresel ısınmayı durdurabilir miyiz?
Gelin şimdi de, tabii ki her zaman umudumuzu heybemize koyarak, soruların cevaplarını bulmaya çalışalım. Bu yazının ilk ortaklık durağı olan Oxford Climate Society’nin iklim değişikliği okulundan aldığım derste eğitmen bu sorunun cevabını basitçe 3 temel başlıkta aktardı.
1) Metan ve aerosoller nedeniyle oluşan küresel ısınmayı durdurun.
Bugüne kadar Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Paris İklim Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalar, iklim hedeflerine ulaşmak için karbondioksit emisyonlarının azaltılmasına daha fazla vurgu yaptı. Ancak karbondioksitten sonra en önemli ikinci sera gazı olan metan emisyonlarını azaltma taahhütleri de 2021’in Kasım ayında Glasgow’da düzenlenen COP26’da öncü bir rol oynadı. COP26 Zirvesi’nde 13 gün süren müzakereler kapsamında mutabık kalınan anlaşmada, 100’den fazla ülke metan gazı salımını 2030’a kadar yüzde 30 azaltmayı öngören bir taahhütte uzlaştı. Fakat COP26’daki metan taahhüdünün sadece daha da küreselleşmesi gerekiyor.
2) Arazi kullanımı değişikliğinden kaynaklanan CO2 ve N2O emisyonlarını sıfırlayın.2030 yılına kadar ormansızlaşmaya son verin ve biyosferi restore etmeye başlayın. Yani yıktığımızı geri almanın da yollarını aramalıyız.
3) Fosil yakıtların daha fazla küresel ısınmaya neden olmasını durdurmakİklim değişikliğini üretici sorumluluğu sorunu olarak çerçevelemeye başlamalıyız. Fosil yakıt satan herkesin faaliyetlerini ve ürünleri tarafından üretilen tüm CO2’yi kalıcı olarak bertaraf etmesini zorunlu kılın. Fosil yakıt tüketicilerini suçlamak bu sorunu çözmeyeceği gerçeğini hepimiz idrak etmesi gerekiyor. İncelemeniz için bir internet sitesi bırakıyorum.
İşte tüm bunlar, yuvamız olan dünyanın sürdürülebilirliği için acilen harekete geçilmesi gereken konu başlıkları. Anlıyoruz ki iklim krizi ve sürdürülebilirlik birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan kavramlardır. Sürdürülebilirlik adına mücadele eden herkeste var olan yeşil değişim ve dönüşüm arzusu, dünyayı aradığı dengesine yeniden kavuşturmak ve canlılığın devam etmesini sağlamak içindir. İklim değişikliği ile ilgili akademik boyutta detaylı bilgi edinmek ve kendinizi geliştirmek için belirli dönemlerde açılan Oxford İklim Değişikliği okuluna başvurabilirsiniz. Programa motivasyonunuzla birlikte başvurduğunuzda burslu ve ücretsiz bir şekilde (Capstone projesi ücretli olabilir, yine de burs talep etmek mümkün) ortak slack hesabından notları takip ederek canlı derslere katılabilirsiniz. Ufkunuzu genişletecek bir eğitim ve paylaşım ortamı olacağına inanıyorum.
https://www.oxfordclimatesociety.com/the-oxford-school-of-climate-change.html
Yazımı bitirmeden sizleri ikinci ortaklık durağı olan Yuvam Dünya ile tanıştırmak isterim. Yuvam dünya, evimizi korumamız için gerekli olan, kişi ve kurumların bilinç değişikliğini hedefliyor. Toplumun her kesiminde dönüşüm başlatmayı amaçlayan bir dernek olmakla öne çıkıyor ve bunu yaparken de önce iklim kriziyle mücadelede kullanılan dilini ve iletişimini değiştirmeyi, kültür değişimine öncülük etmeyi hedefliyor. İklim krizi ve sürdürülebilirlik adına zirveler düzenliyor. Tüm sosyal medya platformlarımdan aktif olarak aydınlatıcı içerikler oluşturuyorlar. Detaylı bilgi için web sitesilerini aşağıya bırakıyorum.
Sürdürülebilirlik rehberinin bu yazısında bir metafor şeklinde, genel olarak kullandığım romantik sayılabilecek yazı dilinin dışına çıkmak istedim. Çünkü çeşitli yöntemlerle romantikleştirilmeye çalışan iklim krizi algısı, romantik bir kavram değildir. Gerçektir. Apaçıktır. Kapımızı çalan bu gerçekliği, üstelik en büyük pay kurulan sistem ve insan davranışlardan kaynaklığını bilmemize rağmen nasıl karşılayacağımız, verilen taahhütlere rağmen önümüzdeki 30 yılı nasıl geçireceğimiz belirsizdir. Çünkü gelecektedir. Tahmin edilmesi olası ama bilinmesi mümkün değildir. Önemli olan tam olarak bu yazıyı okuduğun ‘an’ dır. Şimdi sen bu gerçeklik için ne yapacaksın?
Umudu kaybetmeden, sevgiyle kalmanız dileğiyle. Bir sonraki rehber seri yazısında görüşmek üzere. Lütfen katkılarınızı sunmayı ihmal etmeyin, birlikte gelişelim.
Kaynaklar:
2- https://mc2haber.com/sera-gazi-nedirbu-gazlar-atmosferden-nasil-atilir
3- https://www.isoyesilblog.com/kuresel-isinmayi-durdurmak-icin-metana-daha-cok-odaklanin/
4- Oxford Climate Change School Notes
0 yorum