Anadolu insanının toprağa tohumunu serperken dillendirdiği, “bu ektiğimi kurt da yesin, kuş da yesin, bana da aş olsun” anlamına gelen “Kurda, kuşa, aşa…” kadim niyetine, “göze” kelimesini ekleyen Lalehan Uysal’ın açtığı bütün sergilerin adı bu; 

“Kurda, kuşa, aşa… Ve Göze”…

Farklı konsepte bir çok derginin ve kitabın künyesinde adı kreatif direktör, editör, yazar, tasarımcı olarak yer alan Uysal aynı zamanda “Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği”nin ve Türkiye’nin ilk ekolojik pazarı olan İstanbul Şişli’deki %100 Ekolojik Pazar’ın kurucularından biri. Bu sayıda kendini sadece “Tohum Gözlemcisi” olarak tanımlayan Lalehan Uysal’ın gözünden tohumun muhteşem dünyasında bir yolculuğa çıkıyoruz.

AB: 2018 Temmuz ayında Oxford Üniversitesi’nde açtığınız ilk serginizi Gaziantep, Adana, Düzce, Bodrum Gümüşlük ve İstanbul’da farklı zaman ve mekanlarda açtığınız 3 sergi izledi. Geçtiğimiz Eylül ve Ekim aylarında da fotoğraflarınızı İzmir Kültürpark’ta “Terra Madre Anadolu konsepti ile İzmir Gastronomi Fuarı’nda, ardından da Urla Köstem Zeytinyağı Müzesi’nde sergilediniz. Pandemi döneminde açtığınız online iki sergiyi de sayarsak ilk serginizden bugüne tam 14 sergi açtınız. Öznesi daima tohum olan sergilerinizden söz eder misiniz?

LU: 5 yılda 14 sergi. Sayısız tohum, sayısız ziyaretçi. İlk zamanlar sergilemek için çekmedim. Elime geçen tohumları küflenip, bozulmadan önce kayda almak için çekiyordum. Sergilemek fikri çok sonradan dostlarım sayesinde geldi. Kendimi Oxford Üniversitesi’nde tohum üzerine çalışan 250 akademisyene Anadolu tohumlarını anlatırken buldum. Sergileme serüvenim böyle başladı. Farklı coğrafyalarda, farklı topraklarda farklı tohumları fotoğraflıyorum, farklı kurgulayarak farkındalık yaratmak için sergiliyorum. Tohumlara hayat veren, ışıklı, özel mekanlarda sergi açmaya özen gösteriyorum. Mekan ve ışık benim için çok önemli. Tohumların hayattan kopmalarını istemiyorum. Sergilerimde yer alacak fotoğraf sayısından çok biyoçeşitliliğe önem veriyorum. Ağaç tohumu da, çiçek tohumu da meyve-sebze tohumu da olmasına özen gösteriyorum. Çünkü biyoçeşitliliği seviyorum. Tohumların sınır tanımadığını düşünüyorum. Bu nedenle fotoğraflarımda çerçeve ve paspartu kullanmıyorum. Bütün fotoğraflarım açık edisyon. Yani bir fotoğrafı çok kişi alabilsin ve herkes evinin duvarına assın diye baskı sayısı ile sınırlamıyorum. Fotoğraf disiplinini tohumların farkedilmesi için araç olarak seçmemin nedeni de bu; Tohumlar gibi fotoğraflarım da çoğalıyor. Her sergimde elimde olan bütün tohumların asıllarına da yer veriyorum. İnsanların benim gözümden gördüklerini kendi gözleriyle de görmelerini, dokunmalarını istiyorum. Sergilerim de farkındalık çabamda bir araç sonuçta. İtiraf edeyim; ben sergi açmıyorum gözümüzü açıyorum. 

AB: Her tohum içinde bir gelecek taşıyor. Çoğalan, büyüyen, doğuran yapısıyla anaç aynı zamanda. Tohumların hayatınızda bu kadar önemli yeri olmasını sağlayan nedir?

LU: Tohumun sadece benim hayatımda değil her canlının hayatında önemi büyük. Bazılarımız bunun farkında bazılarımız değil. Oysa tek tek bizlerin hayatı da bir tohum olarak başladı. Biz insanlar da bir tohumuz. Bunu unutmuş yaşıyoruz. Ne yediğimizin tohumunu biliyoruz, ne de gölgesinde oturduğumuz ağacın rüzgarla bir coğrafyadan diğerine uçan tohumlarının farkındayız. 

Doğanın bir parçası olduğumuz gerçeğine sırt çevirmiş, büyük bir kibirle onu boş zamanlarında bir hobi gibi korumayı planlıyoruz. Oysa Dünya doğanın döngüleriyle ahenk içinde dönüyor. Tohum bu döngünün merkezdeki çekirdeği. Hayatın özü. İnsan farketse de farketmese de bu gezegende hayat varolduğu sürece tohum toprakla buluşacak, yeşerecek. Daha ne olsun da önemli olsun?

AB: Grafik tasarım mezunusunuz. Fotoğrafa geçişiniz nasıl oldu?

LU: Ben sanatın fonksiyonel olmasını ilke edinen ve geçtiğimiz yıllarda 100. Yılı’nı kutlayan Alman Bauhaus Ekolü ile eğitim veren Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda Grafik Tasarım eğitimi aldım. Bugün yerinde konservatuar olan bu okulun son mezunlarındanım. 80’li yıllarda benim gibi bu okulda grafik eğitimi alan bir çok arkadaşım sergi açacak kadar iyi fotoğraf çekebilecek, bir kitabı resimleyecek kadar illüstrasyon yapabilecek, bir reklam kampanyasını görselleştirecek yetenekle mezun oldu. Şimdi öte diyarda olan bir Alman hocamız fotoğraf dersleri hepimize ağır geldiğinde “Bir grafik tasarımcı önce çok sonra çok çok iyi bir fotoğrafçı olmalıdır” derdi. Grafik ve fotoğraf birbirine uzak disiplinler değildir. Birbirlerinden beslenirler. Tohum fotoğraflarımda bu içiçeliği görebilirsiniz. Zaten fotoğraflarımı makrografik olarak tanımlarken bunu vurguluyorum. 

AB: Hayatımızda toprakta ve mutfakta yer alan tohumu, estetik bir sunumla sanata dönüştürüyorsunuz ve sadece midemiz değil ruhumuz da doyuyor. Neden özellikle tohum fotoğrafı?

LU: Tohumlar çocukken arkadaşlarımdı. Onlardan çok şey öğrendim. Öğrendiklerim beni büyüttü. Vefa borcumu fotoğraflarımla ödemeye çalışıyorum. Uzun zaman önce anladım ki, yaşamın özünü taşıyan benim öğretmenim olan bu küçük, büyük, başka başka renkli, farklı farklı tohumları ancak olağanüstü fotoğraflarsam farkedilir olacaklar. İlgi çekecekler, merak uyandıracaklar, bu ne diye soranlar olacak. İşte o zaman sadece botanikçiler değil herkes onların adlarını bilecek. Kayda alınacaklar, korunacaklar. Azalanlar farkedilecek. Çeşitliliğin güzelliği ortaya çıkacak. Aslında ben her bir tohumda can sesleri duyuyorum. Onların can seslerini sizlere duyuramadığım için fotoğraflarını çekiyorum.

AB: Sizin için ayrıca özel, önemli olan tohumlar var mı? Sizin için diğerlerinden farkları neler?

LU: Bütün sergilerimde diğer tohumlardan rol çalan bir karpuz çekirdeği var. Adı Çekirdeği Oyalı. Bazı yörelerde Yazılı Karpuz ya da Sarı Karpuz olarak biliniyor. Çekirdeğin bir yüzünde başka diğer yüzünde başka çizgiler var. Her bir çekirdekteki çizgiler de birbirinden farklı. Parmak izimiz gibi. Oyalı’nın pabucunu dama atan bir başka tohum çıkmaz sanıyordum. Ama bir süre önce, üstüne beyaz boya ile sanki elle kondurulmuş gibi duran beyaz kalpli tohumlarıyla “Balon Sarmaşığı”na rastladım. Yeni tanıştığım ateş kırmızısı Mercan Ağacı tohumu da her şeyi ile büyüleyici. Bu üç tohum doğadan büyük sanatçı olmadığının kanıtı.

AB: Tohum için sadece Anadolu’da değil dünyanın pek çok yerinde kadim gelenekler var ve çoğu devam ediyor. Mesela Hindistan’da “Bu tohum sonsuz olsun” duasıyla/niyetiyle tohumlar ekiliyor. Vandana Shiva başta olmak üzere tohumun önemi ve farkındalığı için hem ülkesinde hem de dünyada çalışmalar yapan pek çok kadın var. Siz de ülkemizdeki önemli kadınlardan birisiniz. Ayrıca yurtdışı çalışmalarınız var mı?

LU: Anadolu’ya has tohum fotoğraflarının yer aldığı ilk sergimi, Londra’da Oxford Üniversitesi’nde 40 yılı aşkın süredir her yıl farklı temalarla gerçekleşen “Oxford Symposium on Food and Cookery”de açtım. Pandemi nedeniyle iki uluslararası online fuar kapsamında açılan sergim de online gerçekleşti. Ama “ülkemizde önemli kadınlardan birisiniz” tanımınızı kabul edersem uluslararası projelerde başarı elde etmiş, ülkede ve yurtdışında büyük ekolojik dönüşümlere vesile olmuş hemcinslerime haksızlık yapmış olurum. Ben sadece sanatı, fotoğraf disiplinini araç olarak kullanarak en küçüğünde bile yaşam barındıran mucize tohuma yakından bakıp, gördüklerimi göstermeye çalışıyorum. 

AB: Norveç’te kurulan ‘Kıyamet Ambarı’ benzeri bir depolama örneğine Anadolu’da gerek var mı?

LU: Anadolu’da her evin uygun bir yeri tohum deposu! İnsan olumsuz her şeye rağmen yaşadığı coğrafyaya has tohumlarını hayatta kalmak için koruyor, saklıyor. Kaybolanı buluyor, ekip, çoğaltıp paylaşıyor. Anadolu insanı bugün hala yaşadığı, ektiği, karnını doyurduğu coğrafyada tohum takas geleneğini sürdürüyor. Günümüze kadar gelmiş ata tohumlarını mücevher gibi saklıyor. Hala sönmüş mangalın külünde saklanan tohumlar var. Köy kahvesinin masasında takas edilen tohumlar var. Köylümüz hala cebinde para kadar değerli saydığı çaputlara sarılarmış tohum taşıyor. Gelin kızların çeyizlerine tohum konuyor. Evet, Norveç’in kuzeyinde yer alan her koşula göre inşa edilmiş Kıyamet Ambarı diye anılan Svalbard Küresel Tohum Deposu, dünyanın bereketli topraklarına ait sayısız tohumu koruyor. Oysa esas korumamız gereken gezegenimiz, toprağımız. O gezegen ve o toprak olmadan sakladığımız hiç bir tohumun bir anlamı yok. Dünyada yaşam olduğu müddetçe tohumlar olacak, tohumlar yeşerecek. Ama değerler zincirinden kurtulmuş insanlığın yaşamını sürdürmesi için tek bir tohuma ihtiyacı var; gezegenin geleceğine atılacak vicdan tohumlarına…

AB: Ata tohumu nedir? Kıymetini yeterince biliyor muyuz? Pestisitli, genetiğiyle oynanmış ya da hibrit tohumlar ticari pazarda çok güçlü. Anadolu’nun özünü/tohumunu korumak çok önemli. Neler yapılabilir? Yapılıyor?

LU: Ata tohumu mirastır. Kıymetlidir. Değerini kaybedince anladığımız bir çok şey gibi atalık tohumlarımızın kıymetini de yeni yeni anladık. Çok şey yapılıyor ama daha çok şey yapılmalı! Anadolu’da süregelmiş sayısız medeniyetin bıraktığı izler bu topraklara has bereketin ve biyoçeşitliliğin geçmişine işaret ediyor. Bugün eksilen türlere, günümüzde ekimi yapılmadığı için kaybettiğimiz tohumlara, azalan tarım arazilerine ve endüstriyel tarım yöntemlerine rağmen Türkiye hala tohum çeşitliliğine sahip zengin bir tarım ülkesi. Ancak bunun devamı için şu anda sürdürülen “tarım kültürünün” değişmesi ve bize miras tohumlarımıza sahip çıkmamız gerekli. Az sayıda örneğini gördüğümüz doğa dostu tarım ve topluluk destekli tarım yöntemlerinin çoğalması için çalışmalıyız. Küçük ölçekli ekim yapan çiftçiyi desteklemeliyiz. Yerel, aracısız, zehirsiz gıdaya ulaşmak için gıda topluluklarının yaygınlaşmasına öncelik vermeliyiz. Topraklarımızın zenginliğini de tohum çeşitliliğimizi de koruyabilmemiz bu değişim ve dönüşüme bağlı.

AB: Organik/doğal/ekolojik/naturel kavramlarını yaşamımızda artık çok sık duyuyoruz. Organik pazarların önemi nedir?

LU: Organik tarım yapan çiftçi için sadece organik sertifikalı ürün satışı için kurulan pazarlar can damarları kadar önemli. Kurucularından olduğum Buğday Derneği’nin çabalarıyla tarım yasasına eklenen bir madde ile organik tarım ürünleri halden muaf tutuluyor. Hale girmediği için konvansiyonel tarım ürünü ile yanyana gelmeyen sertifikalı ürünler Buğday gibi dernek ve yerel belediyelerin eğitimli ziraat mühendisleri tarafından denetleniyor. Üretici ile tüketicinin aracı olmadan yüzyüze geldiği bu pazarlarda yetkili kurumlarca sertifikalanmış organik sertifikalı ürün dışında ürün satışına izin verilmiyor. Bu pazarların önemi burada yani tam da denetlenmesinde. Kozmetikten tekstile, paketli ürünler dahil sebze ve meyvenin yetiştiği topraktan başlayarak pazara gelene kadar sürecinin denetlendiği, sık sık gizli tetkiklerin yapıldığı ekolojik pazarlar üretici kadar şehir insanı için de önemli. Organik tarımın daha da yaygınlaşması ve sürdürülebilirliği organik pazarlarla mümkün. 

AB: Buğday Derneği’ndeki arkadaşlarınızla birlikte kurduğunuz İstanbul Şişli’deki pazardaki “ilk tezgahın” hikayesini anlatır mısınız?

LU: İlk tezgahı değil ama pazarı, kurduğumuz günlerdeki “ilkleri” ile anlatabilirim. En büyük ilk, elbette ilk kez pazar kurmamızdır. Dernekte bir avuç gönüllü ya da profesyonel sivil toplumcunun ilk cesareti. Şehirli, akademisyen, gazeteci, yayıncı, eğitimcinin bu alanda ilk adımı. Tezgah kelimesini ilk kez bu kadar çok kullandık. Dilimizde yer etmiş stand kelimesini tezgaha çevirmek zaman aldı. Açıldığımız ayın sonunda yani yazın başında müdavimlerimiz tatile gittiğinde, pazar sakinlediğinde, ürünlerin çoğu tezgahlarda kaldığında ilk kez ağladık. Özel bir kanaldan ilk canlı yayın aracı gelip 4 saat pazardan canlı yayın yaptığında tezgahlarda ilk kiz bir tek kiraz tanesi bile kalmadı. O kadar çok ilkimiz oldu ki buraya sığmaz. Bu arada ilklerimizi sıralamam da bir ilk.

AB: Dünyanın kaynakları hızla tükeniyor. Ciddi bir iklim krizinin içindeyiz. Her şeyi insan için yaratılmış olarak görüyoruz ve hızla tüketiyoruz. Bunu sizce nasıl dengeleyebiliriz?

LU: Ben ekoloji mücadelesinde pozitif kelimelerin gücüne inanıyorum. Zor bir durumu, karşı duruşu ya da kaybı tanımlarken kelimeleri özenle seçiyorum. Ama içinde bulunduğumuz ekolojik yıkımı tanımlarken sert, yıkıcı, negatif olsa bile bir tek kelimeyi, “felaket” kelimesini hakkıyla kullanmaya dikkat ediyorum. Çünkü yaşadığımız ne değişiklik ne de kriz! Yaşadığımız iklim felaketidir. Bir insana kanserse kanser olduğu söylenmeli. İnsanlığa da bunun bir iklim kirizi, iklim değişikliği değil “iklim felaketi” olduğu söylenmeli! Ancak durumu bu kadar net tanımlarsak biraz olsun umudumuz olur; gezegeni tüketmeyiz, geleceğimizi yok etmeyiz. Tüketici değil “türetici” oluruz. Ekolojik kaygılara sahip olan herkes türetici olmalı! “Türetici, ihtiyaçlarını sürekli gözden geçirir, gerçekten ihtiyacı olanı alır ve alırken nereden gelmiş, nasıl üretilmiş, hangi yollardan ona ulaşılıyor merak eder, araştırır. Tercihlerinin doğal döngüdeki yerini bilir.” Buğday Derneği’nin hazırladığı Ekolojik Dönüşüm Sözlüğü’nde türeticinin tanımı böyle.

AB: Geçmişle geleceği birbirine bağlayan tohumun bu muhteşem yolculuğunda bizimle son olarak paylaşmak istediğiniz ne var?

LU: Ne diyebilirim, bilemedim… Tohumlar çok konuşkan. Anlattıkları fotoğraflarımda! Ama aramızda sırlar da var. Yine de sır olmayan bir şey paylaşabilirim sizinle; Gezegenimizin geleceği için tohumları vicdanımızın kulağı ile dinleyelim. Tohumların hepimize söyleyecek çok şeyi var.

Arka Bahçe Dergi’ye zaman ayırdığınız için çok teşekkürler Lalehan Hanım…

Ben teşekkür ederim. Dilerim fotoğraflarım kadar sorularınıza verdiğim cevaplar da, düşüncelerim de birinin aklına düşer orada yeşerir. Geleceğe tohum verir.

Kategoriler: Genel

0 yorum

Bir cevap yazın

Avatar placeholder

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir